Bir Evin Hikayesi: ‘’Nazım’ın Evinde Vera’nın Sofrasında’’

İrem Asya Şallı
6 min readMay 7, 2021

Bugün sizlerle Pesçanaya Sokağı’ndaki bir evi ziyaret edeceğiz. Yıllar önce Nazım Hikmet’in yarattığı ruhun Vera Tulyakova Hikmet sayesinde hala korunuyor olduğunu görecek ve Arif KESKİNER ve M. Melih GÜNEŞ tarafından hazırlanan ‘’Nazım’ın Evinde Vera’nın Sofrasında’’ adlı kitabı rehber edineceğiz kendimize…

‘’Bu evi 1952 yılında, Moskova’ya gelişinden altı ay sonra sana önerilenlerin içinden seçmiştin. Binanın inşası yeni tamamlanmıştı. Sağlam, geniş merdivenli, balkonlu, önünde ferah avlusu olan bir binaydı. Üç odalı evin, küçük parkın olduğu yerde, o zamanlar Tarakanovka deresi akıyordu. Dereyi borularla taşıdıklarında sen artık burada yaşıyormuşsun. Oralarla ilgilenen bahçıvan, apartmana büyük Türk şairinin taşındığını öğrenince senin şerefine kestane ağaçlarından bir yol yapmış dere yatağına. Sana yurdunu hatırlatmalarını istemiş. Bu sokağı ve evi severdin. Pek çok şiir yazdın onlara.’’

Kaynak: Vera Tulyakova Hikmet-Bahtiyar Ol Nazım

‘’Baba’’ sözcüğünü duyabilme arzusunu, Vera’sına olan sevgisini ve memleket hasretini bir an olsun kalbinden eksik etmeyen Nazım ve son nefesine kadar ona bağlı kalıp her zorluğa göğüs geren, her yıl 3 Haziran’da sarsılan, tek başına kanserle savaşan Vera… Öyle bir duygu ve his yüklü ki bu ev, hissetmeniz için bırakın evin içerisinde olmayı yazılan cümleleri okumak bile yetiyor insana…

‘’Unuttum!.. Unuttum!..’’ diyordu. Nasıl olduysa unuttuğu şeyin ne olduğunu anladım. ‘’Adını mı unuttun? Nazım Hikmet!’’ dedim. Bir anda aydınlandı yüzü. Bu annemle son konuşmamız, onun da son gülümsemesiydi. Ve biliyorum ki gülümsemesi bana değil Nazım’aydı.’’

Anna Stepanova-Moskova, Aralık 2007

Vera’nın kızı Anna Stepanova için Nazım Amca’sı ile tanışmak çok şaşırtıcıydı. Çünkü Nazım ilk tanışmalarında eğilip nazikçe Anna’nın elini öpmüştü! Bir Sovyet kızı olan Anna için bu dehşet verici bir andı. Annesi Vera ve Nazım tarafından sakinleştirilmiş olan Anna o anlardan hatırında kalanları şu şekilde anlatıyor;

‘’Bıyıklarının tenime değişi, hafif bir erkek kokusu, kahverengi lekelerle kaplı yanaklarının ipeksi yumuşaklığı. Bir de annemle birbirlerine bakışlarını anımsıyorum.’’

Anna Stepanova-Moskova, Aralık 2007

Evlerinin tavanından sarkan bir domuzcuk varmış Pablo Neruda’nın hediyesi olan, bir de cama asılan Karagöz ve Hacivat karakteri ve Picasso’nun ‘Mavili Kız’ı… Evlerinin duvarlarının boş kalmasını hiç sevmezmiş Nazım; Pahalı ya da ucuz eşyalar olması değil ‘bir şeylerle dolu’ olmasıymış istediği. Evlerini döşerken anlamış Vera’da Nazım’ın boş duvarlara katlanamadığını. Bir gün bir dergiden kestiği bir resmi duvara çakmaya çalışırken Nazım Vera’sına şu şekilde açıklamış kendisini;

‘’Beni anlaman zor biliyorum ama Verusya, ömrümün dörtte birinden fazlasını boş hapishane duvarları arasında geçirdim. Tek süsleri kirleriydi. Kusura bakma ama şimdi gözlerimin bayram etmesini istiyorum.’’

Çok misafirleri olurmuş Nazım’ın ve Vera’nın, gelenleri gidenleri hiç eksik olmazmış. Yalnızca bir yardımcıları Şura varmış, o da yalnızca Nazım’ın gömleklerini yıkayıp kolalamak için gelirmiş. Geriye kalan bütün ev işleri Vera’nın üzerindeymiş. O kadar çok misafirleri olurmuş, o kadar çok yemek hazırlar ve kahve çekerlermiş ki Vera evlerinden bahsederken bir yazısında ‘restoranımız’ diye bahseder. Birçok ismin kendisinden ve sofrasından, ikramlarından bahsettiği Vera ile ilk karşılaşmasını Ataol Behramoğlu şu şekilde anlatır;

‘’Vera Tulyakova’yı ilk görüşünüzde ve sımsıcak sesini ilk işitmenizde Nazım Hikmet’in ona nasıl bir yıldırım aşkıyla vurulduğunu hemen anlardınız. Çok güzel bir kadındı. Ama daha da önemlisi bakışlarının, sesinin, kadın ve insan güzelliğiyle , üzerinizde sımsıcak dolaşmasıydı. Ben onun kişiliğinde soyluluğun ve halksal doğallığın benzersiz birliğini gördüm.’’

Ataol Behramoğlu-Foça, 31 Temmuz 2015

Bu evde Nazım Hikmet, gündüzleri günlük işleriyle, yazılarıyla, mektuplarıyla, misafirlerle ve telefon konuşmalarıyla ilgilenirmiş. Gece yarısına dek işleriyle ilgilenen Nazım’ın gece yarısı itibariyle, işleri bitip telefonlar sustuğunda korkuları ve sorunları kendilerini hatırlatırmış. O zaman da divana uzanır veya koltuğa oturur ve Vera’ya ‘’Hadi konuşalım…’’ dermiş. Bu konuşma ritüeli Nazım bu dünyadan göçtüğünde de Vera için devam etmiş ve Vera, o gittikten sonra da yıllarca konuşmaya devam etmiş. O öldükten sonra olanları, hatta o varken birlikte yaptıklarını bile anlatmış.

Hep hasret kaldığı ülkesinin kimi insanlarınca ‘vatan haini’ ilan edilen Nazım Hikmet, vatanına öyle tutkuyla bağlıymış ki, öyle hasretmiş ki bir türlü dönemiyor olmak onu derinden yaralarmış. Fatma Girik ile Vera’nın bir sohbetinde Vera şöyle söylemiş; “Paris’e geldik, ben uyurken o telefon defterlerini karıştırırdı, Türk ismi bulur. Usulcacık açar ‘Alo, ben Nazım Hikmet, biraz Türkçe konuşsanıza…’ derdi”. Öyle ki Nazım Hikmet’in evinin duvarında asılı duran, köpeğine yazdığı şiiri bile vatan hasreti kokuyordu…

“Ben ağlayınca sen de üzülüyor

Ben sevinince seviniyorsun

Bir tek duygumu anlayamazsın

Vatanıma olan özlemim

Zira sen vatanındasın

Bense vatanımdan uzaktayım.”

Vera, Nazım ile birlikte Abidin Dino’ları ziyaret etmek için Fransa’ya gittikleri zamandan şöyle bir anısını paylaşır; Abidin Dino’ların evinden sonra otele döndüklerinde normalde duvar kenarında yatan Nazım Hikmet bu sefer Vera’nın duvar kenarında yatmasını istemiş. Uzunca bir süre dönüp duran, uyumayan Nazım’ın neden böyle olduğunu anlamayan Vera uyuyor taklidi yaptığında Nazım’ın bir süre sonra telefonla birisini aradığını ve Türkçe bir şeyler söyleyip sonrasında sustuğunu anlatır. Aradan zaman geçtikten sonra Vera öğrenir ki o gece Nazım, Abidin Dino’yu aramış ve şunları söylemiş, ardından da sabaha kadar Abidin’i dinlemiş;

‘’Abidin, geç oldu biliyorum. Vera yeni uyudu. Onun uyumasını bekledim. Vera uyanır diye konuşamıyorum. Ne olur sen konuş, ben dinleyeyim. Ama ne konuşursan konuş. Türkçe’ye o kadar hasret kaldım ki anlatamam.’’

Bir gün üzerinde Nazım Hikmet yazan tabelanın yanındaki yuvarlak kemer görünümlü avlu kapından giriş yapan ve sağdaki ilk apartmanın üçüncü katına çıkan misafirlerden biri Arif Keskiner olur. Vera ile birlikte onu girişte, solda yer alan Türkçe klavyeli bir daktilo karşılar. Nazım ve Vera’nın fotoğrafları, Picasso’dan, Abidin Dino’dan gelen çizimler, kilimler, eskimiş koltuklar… Kitabın bu bölümünde adım adım her şeyi sözcükleriyle resmeder Arif Keskiner. Vera Tulyakova Hikmet ile sohbetleri sırasında ise Vera’nın Nazım ile halen daha bu evde birlikte yaşadıklarını söylediğinden bahseder. Şöyle anlatır bunun sebebini Vera;

‘’ Bu kadar yıl geçmesine rağmen hala bir yerlerden çıkıveriyor. Bazen tabloların tozunu alırken bir kağıt parçası düşüyor yere. Eğilip alıyorum. Bakıyorum, bana yazılmış bir şiir. Bazen eskimiş bir koltuğun yüzünü değiştirirken, koltuğun içinden çıkıveriyor karşıma. Bana yazılmış birkaç satır. Bazen de kitaplar arasından sözcükler halinde kucağıma düşüveriyor. O zaman anlıyorum ki Nazım burada. Benimle. ‘’Ben ölmedim, ben buradayım, sakın unutma’’ demek istiyor gibi.’’

Vera bu hayattan göçtüğünde küllerinin Nazım’ın mezarının üzerine bir örtü gibi serilmesini istemiş; ölümünden sonra ise saçları saman sarısı kirpikleri mavi Vera’nın külleri , mavi gözlü dev Nazım’ın mezarında, kalbinin hizasında açılan küçük bir çukura gömülmüş ve o kalbe ebediyen mıhlanmış...

‘’Bizim avludan mı kalkacak cenazem?

Nasıl indireceksiniz beni üçüncü kattan?

Asansöre sığmaz tabut,

merdivenlerse daracık.

Belki avluda dizboyu güneş ve güvercinler olacak,

belki kar yağacak çocuk çığlıklarıyla dolu,

belki ıslak asfaltıyla yağmur.

Ve avluda çöp bidonları duracak her zamanki gibi.

Kamyona, yerli gelenekle, yüzüm açık yükleneceksem,

bir şey damlayabilir alnıma bir güvercinden: uğurdur.

Bando gelse de, gelmese de çocuklar gelecek yanıma,

meraklıdır ölülere çocuklar.

Bakacak arkamdan mutfak penceremiz.

Balkonumuz geçirecek beni çamaşırlarıyla.

Ben bu avluda bahtiyar yaşadım bilemediğiniz kadar.

Avludaşlarım, uzun ömürler dilerim hepinize…’’

diyen Nazım Hikmet gerçekten de o avluda, o çöp bidonlarının orada, 3 Haziran 1963'te gazeteleri almak için daracık merdivenlerden inmiş ve kapı eşiğine yığılıp kalmış. Vera’dan Nazım’ın kimliği istendiğinde Vera hayatında ilk defa elini Nazım’ın ceketine sokmuş. Kimliğini verdikten sonra ise kendi fotoğrafıyla ve arkasında yazan bu şiirle karşılaşmış;

(Video için tıklayınız.)

Bu kadar yaşanmışlığın, duygusallığın üzerine ferah bir Türk kahvesi güzel giderdi değil mi? Peki, siz gerçek Türk kahvesi nasıl yapılır biliyor musunuz? Kahve makinelerimize kahveyi ve şekeri koyarak, bir de makine o kadar ‘akıllı’ değilse suyunu koyarak mı? Tamam makine olmasın, cezveye aldığımız çekilmiş kahveyi, şekeri ve suyu koyarak mı? Nazım Hikmet’in Vera’ya, onun da kızı Anna’ya öğrettiği gerçek Türk kahvesinin tarifini Vera kimseyle paylaşmamış. Naum Kleyman’lar ile görüşmesinde bile o ısrarlara rağmen yalnızca tarifin %90'lık kısmını paylaşmıştır. Yıllar sonra Anna tarifin geri kalan %10'luk kısmını paylaşmış ve bizlerin o aile sırrı haline gelmiş olan tarife kavuşmasını sağlamıştır. Haydi öyleyse, hazırsanız şimdi tıklayın videoya ve yapın kendinize bir kahve! Yolculuk uzun, duygular yoğundu, dinlenelim artık…

Sohbet, paylaşımlar ve takipte kalmak için Instagram’dan blog hesabım üzerinden bana ulaşabilirsiniz: @kebikec.blog

--

--